Sartre’nin bu kitabında üç tane hikaye var. Oda, Herostratos, Özel Yaşam, Bir Yöneticinin Çocukluğu ve Duvar yer alıyor.
Jean Paul Sartre’nin Duvar hikayesi yirmi dört saat boyunca anarşistlikle suçlanan ve göz altında olan, sorgulanan dört kişiyi anlatıyor. Karakterlerden ilgimi çeken anarşizmle hiç ilgisi olmayan Juan oldu. Juan “Anarşist olan erkek kardeşim Jose’dir. Ben hiçbir partiden değilim. Ben hiç siyasetle uğraşmadım. “ itirazına hiç yanıt alamaz. Diğer karakter ise 1926 yılındaki İspanya iç savaşı sırasında arkadaşı anarşist Ramon Gris’i evinde sakladığı için suçlanan Pablo İbbiyeta oldu.
Sartre Duvar hikayesinde ölümle karşılaşan insan psikolojisini çok iyi aktarmış öyle ki kullandığı cümleler sanki birer oyuncu gibi gözünüzde canlanabiliyor. Hikayede hayran olası başkarakter idealist duruşuyla dikkat çeken Pablo İbbiyeta.
Kaybetmesini bilen, kazanacaktır.
Hastanenin mahzeninde yargılanan bu dört şüphelinin sonu ne olacaktı? Juan İspanyolcayı çok iyi bilen genç biriydi üstelik anarsizmle ilgisi yoktu. Abisi eylemciydi ve onun yüzünden buradaydı. Saragosa’da mermiler tükenmesin diye mahkumların üzerinden geçen kamyonlar… Peki ya benzin? Benzin boşa gitmiyor muydu? Ya insanlık?
Tom Steinbock, ibbiyeta ve Juan Mirbal ölüme mahkum edilir. Juan Mirbal itiraz eder. Bulundukları mahzende kapatılmayı unutulmuş bir delik var. Bu delikten hastanenin kömürleri getirilmiş. Kurşuna dizilmeden önceki gün doktorla olan sohbetleri… Doktorun burada ki amacı ise insan psikolojisini incelemek yani bir nevi mahkumları deney olarak kullanmak diyebiliriz. Buradan geçen “kimliği belirsiz bir ses tonu” betimlemesi beni çok etkiledi. Gökyüzünü, pürüzsüz ve mavi Atlantik Okyanusu’na benzeten bir mahkûm. Ölümü düşünmek hiçbir şeyin doğal olmadığını düşünmekti.
Ölüm öncesi yüzler ve öykülerini hatırlamak. 1926 yılında İspanya’da yaşanan devrim hareketlerini anlatan bir hikaye aynı zamanda… Kadınların, mutluluğun, özgürlüğün peşinde koşan, İspanya’yı kurtarmaya çalışan ve bunun nedenini kendi kendine soran bir mahkum.
Öleceğinizi düşünerek anlamsız yaşamak mı gerek? Yoksa ölümü düşünmeden öylesine yaşamak mı? Ya da öleceğinizi bile bile dürüstçe yaşamak ve ölmek mi gerek?
Dürüstçe ölmek istiyorum
Sartre’nin bu hikayesi siyasi gibi düşünülse de felsefi boyutu oldukça yüksek… Hayatta hangi konuda mücadele ederseniz edin varoluşunuzun sebebi ne olursa olsun bir gün ölümle yüzleştiğinizde kendinizle gurur duyabileceğiniz neler bıraktınız hayatta?
“İnsanoğlunun yok olup gittiği gerçekten doğru mu?”
Her ne sebepten olursa olsun hücrede de olsanız dışarıda da olsanız sizi bekleyen bir ölüm var.
Peki, kavramların anlamlarını yitirmediği adaletli, özgür, sevgi dolu, insanların ayrışmadığı bir dünyada yaşıyor olsaydık yaşadıklarımız çok daha anlamlı olmaz mıydı? Sevmek, düşünmek, direnmek çok daha anlamlı olamaz mıydı? Direnmeye gerek bile kalınmazdı. Şiddetin sevgiden üstün olduğu, insanın insanı kırdığı bu dünyada dürüstçe yaşayabilmek ölüme inat, ölüm anında bile gülümseyebilmekti…
İnsan dünyada bir başınaydı
“Nasıl olsa öleceğiz” deyip ciddiye almamak mı gerekiyor hayatı? Yoksa Nazım Hikmet gibi yaşamı ciddiye almak mı gerek? Kitabı okurken bu dizeleri anımsadım. Her şeye rağmen iyi ya da kötü neler yaşadıysak dürüstçe, onurlu ve gülümseyerek ölmek gerek.
“Belki her zaman iyilik yapmadım şu kahrolası ömrümde, ama Tanrı’nın benim için hesaba katacağı bir şey var: Bir genç kıza el sürmektense elimi keserim daha iyi.”
Sartre’nin bu hikayesi size biraz karamsar gelebilir çünkü ölümle yaşam arasındaki çizgide kişinin geçmişini hatırlaması, anılarını ölümüne çok kısa bir süredeki zamana taşıması ve onlarla yüzleşmesi, kendini sorgulama süreci…
“Tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçaktır.”
Sartre diyor ki “Ya şu hayatta kahraman olacaksınız ya da bir alçak tercih sizin”
İdealleriniz için mücadele edeceksiniz ya da ideallerinize arkanızı dönüp bir mahkum gibi yaşayacaksınız. Sartre ‘Duvar’ı ölümle betimlemiş. Hayatınızda etrafınıza ördüğünüz her duvar sizin ölümünüzdür.
“Seninle benim aramda bir duvar var. Seni görüyorum, seninle konuşuyorum. Ama sen öte yandasın.”
Hikâyenin en can alıcı cümlesi ise şuydu “Mutluluk peşinde, kadınların peşinde, özgürlüğün peşinde koşmuştum, hem de nasıl… Niyeydi bütün bunlar? İspanya’yı kurtarmak istemiştim. Pi y Margall’e hayrandım. Anarşist harekete katılmıştım. Toplantılarda konuşmuştum. Her şeyi ciddiye alıyordum. Sanki ölümsüzmüşüm gibi…Böyle öleceğimi bilseydim tek parmağımı bile oynatmazdım. Zamanımı ölümsüzlük için uğraşmakla geçirmişim. Bir şey anlamamışım. Hiçbir şeyden hayıflanmıyordum. Hayıflanabileceğim bir yığın şey vardı.Manzalinanın tadı, Cadez yakınlarında küçük bir koyda yazın denize girişim gibi…Ama ölüm hepsini berbat etmişti. ”
Öyküde geçen Francesc Pi y Margall, Francesc Pi i Margall olarak da anılır. Barselona doğumlu İspanyol politikacı ve İspanya’nın ilk cumhurbaşkanı. Profesör, çevirmen ve bir bankacı olarak çalıştı. Daha sonra yazar ve eleştirmen oldu. 1854 yılında İspanya Devrimi’ne katıldı.
“Kendi kendime dürüstçe ölmek istiyorum.”
“Herşey dönmeye başladı ve toprağa çöktüm. Öyle bir gülüyordum ki gözümden yaşlar geliyordu.”
Alkışlarımla,
Yurda Yurtseven
(yurdayurtseven@gmail.com)